Peygamberimiz bir yara, bere görünce, önce onun maddi tedavisini araştırır, ilacını bulur, tatbik ederdi. Ancak bu maddi ilaçlamayı hiç bir zaman tedavinin tümü saymazdı. Yine de ilaçlama sırasında dualar okur ilacın te’sirini halketmesini Rabbimizden niyaz ederdi.
Nitekim Aişe validemizin eli üzerinde bir sivilce çıkmıştı. Bundan rahatsızlık duyan validemiz ne yapacağını düşünürken Resûl-i Ekrem Efendimiz girdiler. Sivilceyi görünce şöyle buyurdular:
– Yâ Âişe, hanut (otu) var mıdır,
Vardır, ya Resûlallah!
Öyle ise getir bakayım.
Validemiz, istediğini getirip Efendimize verdi. Otun bir parçasını sivilcenin üzerine koyan Efendimiz, yaranın ilaçlanmasını maddi şekilde yaparken de:
“Allahümme musağğıra’l-kebir. Ve mükebbire’s-sağir. Sağğir mâ bî,” duasını oku ya Âişe, buyurdu.
Aişe validemiz de Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardı:
– Ey küçüğü büyüten, büyüğü de küçülten Allahım!
Bendeki bu rahatsızlığı da küçült, yok et! Böylece yara hem ilaçlanıyor, hem de duâ ile ilticada bulunuluyordu.
Anlaşılan odur ki, vücudumuzun herhangi bir yerinde bir çıban, sivilce, yara, bere meydana gelse yapılacak ilk iş, hemen maddî tedbirini almak, ilacını bulup, merhemini sürmektir. Ancak, şifayı yine de Allah’dan bekleyip, bu sırada bildiğimiz duâları okumayı da ihmal etmemek gerek. Zira, ilacın şifasını halkeden Rabbimiz, dilerse te’sirsiz de kılar, dilerse te’sirini kat kat yükselterek bir anda derdimizden kurtarır, halâs eyler. Maddi tedbirle birlikte manevi tedbiri ihmal etmeyen kimse, fiilî duaya kavlî duâyı da ekleyerek sebeblere tam teşebbüs etmiş demektir.
Nitekim devesini uyuz kaplamış olan bir kadıncağız yaptığı duânın te’sirli olmadığını ifade edince Efendimiz’in ikâzı şöyle olmuştur:
– Duâna katran kat! Yâni deveni katranla yağlayarak dua et.
