Ölen yavrusunun ızdırabını bir türlü dindiremeyen ana, mezarın başına oturmuş, feryad ü figan edip duruyordu. Oradan geçmekte olan Resûlullah Hazretleri, kadını teselli etmek istedi, her şeyin Allah’dan geldiğini. sabretmenin icabettiğini, bu kadar feryad ü figanın fazla olduğunu ifade buyurdu. Başını dahi kaldırmayan kadın, çıkıştı:
– Sana ne benim halimden? Bırak beni kendi hâlime!
Şefkat ve merhamet madeni Resûlullah, kadıncağıza bir şey söylemeden ayrılıp gitti. Sonradan teessür içinde gelen kadın:
Ya Resûlallah, zatınızı tanımadım, beni afvedin. Yavrumun üzüntüsü benim sabrımı yok etti, dedi.
Ancak Resûlullah, özrü fazla muteber saymayarak şöyle buyurdu:
Sabır, musibetin ilk çarptığı anda lazımdır. O anda gösterilemeyen sabrın sonra gösterilmesi, istenen sabırdan değildir.
Evet, mü’minler çarpan musibet ve belânın ilk anında soğukkanlı olmalı, her şeyin Allah’dan geldiğini, bun karşı kendini iyice yıkılmış göstermemelidir.
Böyle anlarda okunacak ilk duâyı çok hatırlamalılar Bu duayi Efendimiz şu ayetle ifade buyurmuştur:
“Sabredenleri müjdele!
O sabırlı ve tahammüllü olanlara bir musibet ve bela geldiğinde (paniğe kapılmazlar da derler ki) zaten bizler Allah’a teslim olmuş insanlarız. O’ndan geldik, yine O’na gideceğiz.”
Ayetin devamında böyle bir teslimiyet ve tevekkül içinde bela ve musibeti karşılayanlar medhedilmekte. Allah’ın rahmet ve mağfiretinin bu sabırlıların üzerinde olduğuna işaret olunmaktadır. Öyle ise bizler de sıkıntı ve belânın geldiği ilk anda hemen aynı âyeti okuyarak:
“İnna lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn..” demeli, sabır ve itidalimizi o anda göstermeli, soğukkanlılığımızı ilk anda bozmamalıyız. Zira hayatta ne gelirse gelsin Allah’ın izniyle gelmekte, bir hikmet tahtında cereyan etmektedir. Ve bu gelen şey de mutlaka fanidir, geçicidir. Bugün var, ama yarın yoktur. Kısa bir müddet sonra devir değişir, şartlar başkalaşır, bu hal gider, yeni hâl gelir. O da gider, daha yenisi gelir. Bu da geçer yahu, deyip geçmesini bilmeyenler, sebebsiz yere kendilerini yıpratırlar. üzülüp kederlere boğulurlar. Sabredenler. Allah’a teslim olanlardır ki, hadiselerin dalgaları arasında yüzmesini becerir, selamet sahiline ulaşmaya muvaffak olurlar. Yani biraz mütevekkil olmaya ihtiyaç vardır.
Amansız bir hastalığa tutulan hükümdarın birini muayene eden doktorlar, çareyi şöyle bildirmişler:
Hükümdarımız, sizin derdinizin devası, dertsiz bir adamın gömleğini giymenizden ibarettir!
Bunun üzerine adamlarına emreden hükümdar, dertsiz bir adam bulmalarını, gömleğini alıp getirmelerini istemiş. Hertarafı dolaşan adamları, nihayet köyün birinde çobanlık yapan bir fukarayı dağ başındaki koyunları peşinde bulmuşlar.
Tevekkül içinde huzur ve saadetin doyulmaz zevk ve neş’esini yaşayan çobana sormuşlar:
Senin derdin yok mu?
Çoban omuzlarını silkmiş.
– Ne derdim olacak? Hamd olsun koyunlarımı otlatıyor, köylüden hakkımı alıyorum. Sıhhatim de yerinde. Orman içindeki pınarlardan abdestimi alıyor. Rabbime ibadetimi ifa ediyorum. Bundan daha büyük saadet olur mu? Hamd olsun Rabbime, benim derdim yoktur.
Öyle ise, demişler. Şu gömleğini çıkar da bize ver. hükümdarımıza götürelim, giysin de derdinden kurtulsun. Çoban tevekkül içinde omuzlarını silkerek tek cümle ile cevap vermiş:
Benim gömleğim yok ki?
Evet, derdim yok ki diyen çobanın gömleği de yok!
Demek ki kılı kırk yaran bir cinfikirlilik iyi olmuyor. Biraz mütevekkil olmalıyız. Bizim gözümüzle dert küpü olan çoban, tevekkülü sayesinde dertsiz bir adam olmuştur.

